Geyikli Baba Kadıköy şarabı / Serkan Seymen / Bir+Bir
24.08.2015
İlk albümün adı gibi “Dipten ve Derinden” giderek ve “uçsuz bucaksız azınlığa” hitap ederek yol alan Kesmeşeker’in kaptanı Cenk Taner “Doğdum Ben Memlekette”nin ardından ikinci solo albümü “Yoldan Çıkmış Şarkılar”la 2013’e damgasını vurdu. “Damga” lafın gelişi değil, Gezi direnişi ve sonrasında Kadıköy sokakları onun şarkı sözleriyle bezendi. Kadehlerimizi “Geyikli Baba Uzaylılar Şarabı” ile doldurup Cenk Taner’in seyrüseferi şerefine kaldırıyoruz...
 
Serkan Seymen / Bir+Bir
 
“YOLDAN ÇIKMIŞ ŞARKILAR” VESİLESİYLE KESMEŞEKER VE CENK TANER’İN SEYRÜSEFERİ
 
Tarih 15 Eylül 2013. Kadıköy Rıhtım’da büyük bir kalabalık. Büyük bir sahne, bayraklar, flamalar, tekrar tekrar, sıkılmadan hep bir ağızdan bağırılan bir slogan: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” Bu bir konser. Ya da müzikli miting.
 
Sahneye çıkanlar, Boğaziçi Caz Korosu’ndan Grup Yorum’a, Yeni Türkü’den Kardeş Türküler’e, Bulutsuzluk Özlemi ya da ‘90’ların dikkat çekici gruplarından Kesmeşeker’in kurucusu Cenk Taner’den Karadeniz tarzı rock’ta Kâzım Koyuncu’nun açtığı yolu dolduranlardan Marsis’e, korkutucu sahne şovları, brutal vokaliyle Hayko Cepkin’e, oradan da Türkçe popun kraliçesi Sezen Aksu şarkılarından ayrı bir repertuara da sahip olan alternatif pop çizgideki Ceylan Ertem’e uzanan, türler ve kuşaklar arasında ince bağlantılar kurmakla birlikte, aslında normalde tek bir konserde biraraya gelmesi pek mümkün olmayan bir kadro. Ama şöyle bir gerçek var: Bu müzisyen ve gruplarla onları dinlemeye gelenleri biraraya getiren ortak müzik zevki değil. Mayıs ayının son günü Taksim Meydanı’nda başlayıp kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Parkı eylemlerinin bir devamı bu.
 
Seçilen gün ve konser afişlerinde kullanılan slogan, gösteriler başladığından bu yana olan biteni açıklamak için komplo teorilerine başvuran hükümet yetkilileri ve iktidardan yana tavır alan yazarlarının sıkça başvurduğu tanımlamayla “manidar”: Eylül’de Gel! Zira, ağustos boyunca iktidar sözcüleri, uluslararası bir komplonun gereği olarak eylül ayıyla birlikte, üniversitelerin öğrenime başlamasının da etkisiyle büyük gösterilerin tertipleneceği paranoyasını yaymışlardı.
 
“Eylül’de Gel”, Ankara’daki gösteriler sırasında polis kurşunuyla öldürülen Ethem Sarısülük için bir şarkı yazıp hiç reklama kaçmadan sessiz sedasız youtube üzerinden paylaşan, Anadolu rock dönemlerinde türün başarılı örneklerini seslendirmiş olsa da, romantik şarkıların güçlü sesi olarak hatırlanan Alpay’ın, 1976’da 45’liği iyi satmış ve bir sevgiliye hitaben söylenmiş en büyük hitlerinden birini çağrıştırıyordu.
 
“Müzikli miting” akşamüstü saatlerinde vukuatsız sona erdi. Kadıköy dışından gelenler semti büyük oranda terkettikten sonra polis saldırıya geçti. Böylece sabahın ilk ışıklarına dek sürecek olan çatışmalar başladı. Twitter üzerinden paylaşılan, vapurlardan çekilmiş fotoğraflar insanları hayrete düşürüyordu. Polisin insanları hedef gözeterek attığı biber gazı kapsüllerinden yayılmış inanılması güç bir sis bulutu semtin üzerine çökmüştü. Gece boyunca sokaklarda polise direnen semt sakinleri attıkları tweet’ler ve cep telefonları marifetiyle çektikleri görüntülerle polis şiddetini gözler önüne serdi. En çok retweet edilenlerin başında, duvarlara da yazılmış bir slogan geliyordu: “Ev kira, ama semt bizim!” Polise hitaben yazılmış ve duvarlardan tweet’lere sıçrayan sloganlardan biri de şuydu: “Burası Cenk Taner’in mahallesi, defolun!”
 
“Her şey sermaye için sevgilim”
 
Bugün Kadıköy sokaklarında dolaşan biri İstanbul’un ancak politik hareketlenmeleriyle meşhur Gazi Mahallesi benzeri semtlerinde görülebilecek tarzda siyasî duvar yazılarıyla karşılaşıyor. Gazi ve sol kültürün hâkim olduğu benzeri mahalleri aratmayacak keskinlikte, “Bu pisliği ancak devrim temizler” gibi “sosyalist devrim” çağrısı yapanlarla, başbakana hitaben yazılmış, “Bebişim senin bu gazın gözlerimizi yaşartıyor” tarzı, Gezi eylemleri sonrası sadece Türkiye değil, uluslararası medyanın da ilgisini çeken, yeni kuşağın ironik graffitilerinden de bolca bulmak mümkün.
 
Ama Kadıköy duvarlarının demirbaşlarının başında Cenk Taner’in şarkılarından cümlelerin ayrı bir yeri var. En başta da 2011’de, Kesmeşeker’in 20. yılı şerefine yaptıkları “Doğdum Ben Memlekette” albümündeki “Her Şey Sermaye İçin Sevgilim” geliyor. Özünde, Alpay’ın “Eylül’de Gel”i gibi sevgiliye yazılmış ve belki de “romantik”, ama “serbest piyasa ekonomisinin aşkları bile engellediğinden” bahsettiği için de politik bir aşk şarkısı. Albüm kapağında, Galatasaray’ın 1970’lerdeki unutulmaz açıklarından biriyken, sosyalist fikirlerini çekinmeden açıklayıp üzerine bir de futbolcu sendikası örgütlemeye kalkışan, bu sebeple futbol âleminden aforoz edilen Metin Kurt yer alıyordu. “Metin Kurt Yalnızlığı” adlı “Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında” diyen şarkı, serbest piyasa ekonomisinin sadece aşkları değil, futbolu da bozduğunun farkında olan gençlere, Gezi İsyanı sonrası Kadıköy duvarlarına “Metin Kurt artık yalnız değil” yazdırıyordu.
 
 
“Kara Şair”
 
Kasım sonunda Cenk Taner, yeni ekibi Karabataklar’la “Yoldan Çıkmış Şarkılar” albümünü yayınladı. 4 Aralık 2013’te twitter’da her gün “Günün Kesmeşeker Şarkısı” başlığıyla şarkı paylaşanlar, o gün için yeni albümden “Kara Şair”i seçmişlerdi. Şarkı bir yerinde “Bir dostum vardı kara kurudan / Kömür gözlü, Zonguldaklı / Duydum çökmüş maden” diyordu. O gün Dünya Madenciler Günü’ydü ve Kesmeşeker’in madencilerle bağı, grubun ilk albümü “Dipten ve Derinden”i bile henüz yayınlamadığı zamanlarda çıkılmış bir konserin hikâyesiyle başlıyordu.
 
“Eylül’de Gel” 45‘liğinden 18 yıl sonra, 1994’te Alpay kendi hitine gönderme yapan bir şarkı yayınlamıştı: “Eylül’de Gel Demiştim”. Alpay sevgiliye “ben 18 eylül önce gel demiştim” diyordu bu defa. 2013 eylülündeki konserde Kadıköy rıhtımında toplananlara halay çektiren Grup Yorum’un ardından sahneye gelen Cenk Taner de bundan 23 yıl önce yine Kadıköy’de ve yine yılın aynı mevsiminde, grubu Kesmeşeker’le sahnedeydi. ‘80’ler yeni bitmişti ve 1990’ın son günleriydi. Ve o konser hiç de bekledikleri gibi bitmemiş, grup ileriye dönük ilk büyük tecrübesini kazanmıştı.
 
1990 kasımında 1. Körfez Savaşı’nın eli kulağındaydı. 2 Ağustos’ta Saddam Kuveyt’i işgal edince, ABD Başkanı (Baba) Bush, duruma müdahale etmeye karar verdi. Türkiye’de cumhurbaşkanı Turgut Özal’dı, ama aynı zamanda iktidardaki Anavatan Partisi’nin kurucusu olarak fiilî başbakandı. Ve ABD birlikleriyle birlikte savaşa girmek istiyordu. Ülke, gergindi. Sonunda Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifa etmesine yol açacak uzun süren bir kriz yaşandı.
 
Bu esnada, kasım ayında Zonguldak’ta madencilerin grevi başladı. 2003’teki Irak işgaline Türkiye’nin de katılması için canla başla “çalışan” gazetecilerin bazıları o zaman da işbaşındaydı. Aynı zamanda, kömür ocaklarının tıpkı Britanya’da Thatcher’ın yaptığı gibi özelleştirilmesinden, hatta kapatılmasından yanaydılar. Maden-İş Sendikası, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine grev kararı aldı. Özal sinirliydi, savaşa girmeyi planlarken böyle bir grev hesapları bozuyordu. “Savaş tehdidi ve ulusal güvenlik” bahanesiyle grevin ertelenmesi kararı çıkarıldığında Zonguldaklı madenciler, “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” sloganıyla Ankara’ya yürüyüşe geçtiler.
 
Türkiye 12 Eylül 1980’den bu yana ilk kez böyle kitlesel bir işçi eylemiyle karşılaşıyordu. İşte o günlerde Kadıköy’de greve çıkan madencilere destek için bir konser tertiplendi. Katılımcıların tamamı, Grup Yorum çizgisinde, o zamanlar “özgün müzik” tabiriyle anılan türün uygulayıcısı sol gruplardı. Ve aralarında uzaydan düşmüş gibi duran bir de rock grubu vardı: Kesmeşeker.
 
Yirmi yıl önce, yirmi yıl sonra
 
“O zamanlar çok gençtik, albümümüz bile yoktu. 1990’da iki farklı siyasî konsere gitmiştik. Biri Halepçe katliamını protesto için Açıkhava Tiyatrosu’nda yapıldı, diğeri de o madenci konseri. İkisinde de biz sahneye çıkıp uzun saçlı halimizle gitara vurunca, salonda homurdanma yükselmişti. O zamanın solcuları için tipik Batı kültür emperyalizminin temsilcileri, elektrikli gitar çalan uzun saçlılardık. İyi çocuklardık belki, ama şimdi yeri ve sırası mıydı yani! Bizim açımızdan tuhaf bir durumdu. Çünkü biz oraya ait olduğumuzu düşünüyorduk, ama seyirci bizi istemiyordu. Davulcumuz tersane işçisiydi. Bildiğin düz işçi. Oraya çok uyuyorduk, ama o zamanki ortamda yadırgandık. Olay anca yirmi yılda kendini topladı! Sol, başka türlü bakan, konuşan, giyinen, ama ‘bizden’ olan insanların olduğuna uyandı artık. Madenci konserinde bizden rahatsız olan öyle gruplar vardı ki, aceleyle iki şarkı çalıp resmen tüymüştük ortamdan. Bu son konserde zaten her tür müzisyen vardı, ama biz mesela Grup Yorum’dan sonra çıktık. Aslında biraz fena bir durumdu. Halaylar çekilmiş, kitle coşmuştu, onun üzerine çıkıp ortamı toparlamak bizim için zordu biraz. Ama her şey yolundaydı bu kez. Seyirci de bu defa bambaşkaydı tabii. Gezi’nin ruhu vardı çünkü orada.”
 
“Kara Şair”in devamında şöyle sözler var: “Siyah şair haykırırken meydanda / Hem rengi kara hem şiiri / Karadır böyle...”
 
“Bir gün yolda giderken karşıma arabalı bir eskici çıktı. Arabanın üzerinde plaklar vardı. Şöyle bir baktım. Bir Brel, bir John Denver ve bir de Paul Robeson plağı ayırdım o yığının içinden. Üçüne 10 lira verdim ve eve getirdim. ‘Kara Şair’, biraz o gün plağını bulduğum Paul Robeson’a bir gönderme. 1930’ların şarkıcısı. Komünist ve siyah. Dolayısıyla, başı fazlasıyla belaya girmiş bir adam. Ondan devam ederken, işin içine biraz Ece Ayhan girdi, öyle bir panorama çıktı ortaya. Zonguldaklı madencilerden Tuzla tersanelerinde ölen işçilere dek uzandık.”
 
Bir “tekel bayii” ki
 
“Huzursuz bir yatakta huzura yattım / Ama öyle bir coğrafya ki hep kana bastım” diyen şarkının devamıysa şöyle: “Bu gece bu kafayla ne yapsam kârdır diye / Bizim Tekel Osman’a parayı bastım.”
 
Tekel Osman, ki bu şarkıdaki ismi, gerçek hayatta Hasan, Kadıköy’ün Tekel bayilerinden biri. Bizi, daha doğrusu Cenk Taner’i, muhabbetle karşıladı. Ama muhabbeti müşterisine değil, yirmi yıldır dinlediği rock grubunun şarkılarının yazarınaydı.
 
“Esas işimiz kitaptı, Akmar’da kitapçım vardı. Pasaj şimdiki haline gelince geldik bu köşeye. Yine olmadı, yürümedi işler. Tekel olmaya karar verdik. Eskiden sadece içiciydik, sonunda satıcı olduk! Şimdi de bu yasaklar geldi, işler gene kötü. Birkaç sene sonra bunu da bıraktırırlar, sonra ne olur bilmem.
 
Cenk’i müzisyen olarak tanırdık hep. Kadıköy’de görürdüm sokaklarda. Konserine giderdik. Kitapçıyken de gelir giderdi benim dükkâna. Tekel’e çevirince de gelip gitmeye devam etti! Bir gün bir kadın girdi çocuklarla, ben de dükkânda Kesmeşeker dinliyorum. Çocuklar birden ‘aaa, babam çalıyor’ dedi. Oradan anladık ki, Cenk’in eşi ve çocukları. Böylece onlarla da tanıştık. Çocuklar ezberlemişler şarkıları, şimdi geldiklerinde çalıyor olursa, hemen eşlik ediyorlar, birlikte söylüyoruz, eğleniyoruz.
 
Kendi dünyamızı yarattık burada. 12 metrekare dükkânda hayattan kaçıyoruz. İşimiz ne bizim? Kitaplar, müzik! Kadıköy biraz böyle. Cenk Taner dinlersin, üç kuruşun varsa, kafana göre bir yere gider, biranı içer, gene müziğini dinlersin. Kadıköy iyidir.
 
Gezi zamanı barikatlardan birini tam bizim dükkânın kapısının önünde kurdular. İlginç şeyler oldu. Mahalle tahminimizden daha iyiymiş bu arada. Herkes doğrudan, haktan ve dayanışmadan yana olduğunu ispatladı, o da mutlu etti bizi.”
 
Sonra mevzu, “Metin Kurt Yalnızlığı”ndaki “İki şişe ucuz şarap bir tarih yazabilir” sözüne geldi. “En ucuz şarap 12.5 lira. Bir litre üstelik. Eee, bir litre de yeter bir insana normalde Cenk! Tarihi bilmem, ama ne istersen yazarsın!”
 
Bir “pasaj” ki...
 
Akmar Pasajı, ‘90’lı yılların rock, ama özellikle de heavy metal dinleyen gençlerinin toplanma yeriydi. Bir zamanlar müdavimlerinin neredeyse tamamının uzun saçlı olduğu Akmar’da, o zamanlar bir kafe, müzik ve baskılı siyah tişört satan dükkânlar, takıcılar ve eski plak, kitap satan sahaflar vardı. Cenk Taner anlatıyor:
 
“Akmar ‘90‘larda altın çağındaydı. Heavy metalcilerin daha baskın olduğu yıllardı, ama Kadıköy’ün tüm müzisyenlerinin yolu geçti buradan. Üst katta o zamanlar sahaflar vardı, o kadar çok plak almışımdır ki! Şimdi hepsi üniversiteye hazırlık kitapları falan satıyor. Alt katta bir çay ocağı vardı o zamanlar. Esas kafe pahalı gelirdi bize. O küçük çay ocağında mesai gibi takılıyorduk. Bütün muhabbetler orada geçerdi. Yurtdışından gelen arkadaşlar olurdu, çok şaşırırlardı. Çay içip gitardan, müzikten konuşan, uzun saçlı rock’çılar... Turistik bir yerdi bir nevi. İstanbul’a başka şehirlerden gelen metalci çocuklar burayı turistik, görülmesi gereken bir mekân olarak gezmeye gelirdi. Metallica konseri olduğunda mesela, bir otobüs adam gelmiş Antep’ten, direkt Akmar’a inmişler, nasıl olsa orada bize sahip çıkan olur, diye... Geceyi burada yerlerde yatıp geçirenleri görmüştüm.”
 
Bir süre sonra dönemin medyası Akmar Pasajı’nı farketti. Haber yapabilecekleri yeni bir alt-kültür keşfetmişlerdi. Bir de işin dikkat çekici başka bir yönü vardı: Heavy metal albümlerindeki şarkı sözlerinde, plak kapaklarında ve tişörtlerde şeytan imgesine bolca rastlanıyordu. Medyanın bunu da farketmesi Akmar Pasajı için sonun başlangıcı olacaktı. Ama daha birkaç yılı vardı.
 
Türkiye, 1990 yılına, ocak ayının son gününde, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından, eski milletvekili Prof. Muammer Aksoy’un evinin önünde silahlı saldırı sonucu öldürülmesiyle girdi. Ama bu daha hiçbir şeydi. ‘90’lar, siyasî krizlerin, faili meçhul cinayetlerin, Güneydoğu’da PKK ile TSK arasındaki düşük yoğunluklu savaşın ve siyasî suikastların yıllarıydı. Aynı yıl 7 Mart’ta Hürriyet’in yayın yönetmeni Çetin Emeç, 3 Eylül’de din karşıtı yazılarıyla tepki toplayan Yüzyıl dergisi yazarı Turan Dursun, 27 Eylül’de eski MİT Müsteşarı Hiram Abas uğradıkları suikastlar sonucu hayatlarını kaybettiler. 1990’da dünya çapında büyük yankı uyandıran olayların başındaysa Nelson Mandela’nın 27 yıldır süren mahkûmiyetinin ardından özgürlüğüne kavuşması geliyordu.
 
 
 
“Güney Afrika’da”
 
O yıl İstanbul’da Taksim Meydanı’nda dönemin rock gruplarının sahneye çıktığı bir konser düzenlendi. Konser programında Kesmeşeker de yer alıyordu. O günlerde müzik yapan grupların büyük çoğunluğunun aksine Türkçe söylüyorlardı ve heavy metal ve hard rock’tan farklı bir çizgideydiler. En çok ilgi toplayan ilk hitleri sayılabilecek “İstanbul İstanbul” klasik blues kalıplarındayken, diğer şarkılarda bolca reggae esintisi vardı.
 
Kesmeşeker o konserde 1991’de yayınlanan ilk albümlerinde yer alan “İstanbul İstanbul”, “Tek Sorumlu”, “S.O.S” ve “Hamdım Piştim Oldum” gibi şarkılarının ardından son olarak “Güney Afrika’da” yı seslendirdi. Konseri izleyenler arasında o esnada oradan geçmekteyken durup müziğe takılmış ve o sıralarda İstanbul’u yeni yeni mesken tutmaya başlamış Afrikalı göçmenler de vardı. Şarkı Türkçeydi, ama üç sözcüğü çok net anlamışlardı: Afrika, Mandela, apartheid... Şarkı bittiğinde bir anda sahneye tırmandılar ve içlerinden biri elindeki çiçeği uzatıp Cenk Taner’in boynuna sarıldı. “O günü hiç unutmam. Bir anda sahneye çıktılar. Sarıldılar. Çok duygulanmıştım. Tam 23 yıl olmuş o şarkıyı yazalı. Mandela’nın ölüm haberini duyunca konserlerde çalmak için yeniden repertuara alalım diye düşündüm. Fırsatçılık gibi görülmez umarım. Çok uzun yıllardır çalmadık o şarkıyı. Şimdi dinlediğimde tuhaf geliyor. Biraz haber bülteni, biraz tarih dersi gibi sözleri var. Çok direkt ve basit.
 
Şimdi artık kendimi çok yakın hissetmediğim bir tarz o. Ama o ilk günlerde ne kadar naif ve direkt olduğumuzu da hatırlatıyor bana. İstesen de o kadar basit ve direkt olamıyorsun yaş ilerledikçe. Ama bunun bir döngü olduğunu ve zaman geçtikçe başa, tekrar o basitliğe ve sadeliğe döneceğimi düşünüyorum. Az lafla, daha direkt, daha hedefe yönelik sözler geri gelecek sanırım. Çember misali biraz. Eski bir samurai hikâyesi vardır, ustayla talebe aynı yerdedir baktığında, ama usta döngüyü tamamlayıp gelmiştir oraya. Talebeyse daha dolaşıp gelecektir.
 
Gençlikte öyle bir lafa kafadan girme halin oluyor, sonra işler değişiyor. Hayat gibi aynı. 30’dan sonra hayat biraz karmaşıklaşıyor, aynı şekilde sözlerin de... Bir yaştan sonra gene sadede geliyorsun diye düşünüyorum. Gelmen lâzım çünkü. Ama, o işler hayatın kendisiyle beraber gidiyor işte, çok da takılmamak gerek. Bir de şu var, o yaşlarda bunları zaten hiç düşünmüyorsun bile. Gerçi o zamanlar hayat hakkında ne düşünüyordum desem, cevaplamam zor. Ama mimar-mühendis, yani herhangi bir meslek sahibi olmak, ‘hayatımı kurtarmak’ bir gün bile aklımdan geçmedi sanırım. İşte buralarda dolaştık. Akmar’da vakit geçirdik. O zamanlardan az şey kaldı geriye, ama direnenler var hâlâ, meselâ Zihni... Dükkânı hâlâ yerinde duruyor aynı şekilde.”
 
Bir “kasetçi” ki...
 
22 Kasım 2013’te Kadıköy’deki Shaft’ta “Yoldan Çıkmış Şarkılar”ın ilk konserinde bizzat Cenk Taner tarafından Zihni’nin adı teşekkürle zikredildiğinde büyük alkış aldı. Albümün eli kulağında olduğu bir önceki hafta, Zihni Müzik twitter hesabından “Birileri geliyor Ferhat Göçer istiyor, onun için üzülüyoruz. Birileri geliyor Cenk Taner soruyor, hepimiz için seviniyoruz” mesajını geçmişti. Sonunda albümün dağıtılacağı gün, Zihni Müzik müjdeyi twitter’dan duyurdu.
 
Ama bir sorun vardı, dükkân 19:00’da kepenk indiriyordu ve albümü hararetle bekleyenlerin işten çıkıp yetişmesi mümkün değildi. Çözüm hemen yine twitter üzerinden bulundu. “Ön sipariş” verenler için CD yandaki, o bir zamanlar çay eşliğinde rock sohbetleri yapılan çay ocağına bırakılacaktı. Peki, parası? Zihni anlatıyor:
 
“Prensibimizdir. Akşam 7 olduğunda kapatırız. Pasajdaki herkes de hayret eder bize hâlâ. Tam iş çıkışı saati ve alışveriş zamanı. Ama o saatten sonrası kendimize ait. Albüm çıktığı gün de bütün diğer dükkânlardan önce hemen getirttiğimiz için, öyle bir talep oldu. Çözümü çay ocağında bulduk. CD’yi alır da parasını bırakmazsa derseniz, çay ocağındakilere öyle bir tembihte bulunmayı düşünmedik. Cenk Taner dinleyen insanlar sonuçta. Bırakmazsa, hakikaten parası olmadığından bırakmamıştır. Bir ara gelir, ‘benim borcum vardı’ der, verir zaten. İçlerinde ‘90’larda bizim tavsiyemizle Kesmeşeker dinlemeye başlamış olanlar da vardır.
 
Albümün çıktı, çıkıyor dendiği o iki-üç gün içinde o kadar çok insan gelip sordu ki, aklıma bir fikir geldi. İçeri girip ‘Cenk Taner’in albümü geldi mi’ diye soranların fotoğraflarını çeksem ve yan yana koysam dedim. Nasıl tarif etsem, hepsi böyle kendi halinde, sakin, nazik insanlar... Birkaçını cep telefonuyla çektim. Ama iş güç, gelen giden derken tavsadı. Zaten bizim işimiz de plakçılık, fotoğrafçılık değil. Gene de onca yıldan beri bu pasaja girip çıkan insan profillerini iyi biliyoruz, 1991’den beri buradayız.”
 
“Dipten Ve Derinden”
 
Dünya 1991’e Körfez Krizi’ni izleyerek girdi. Körfez Krizi “sayesinde” Türkiye CNN adlı sadece haber yayını yapan bir kanalın varlığından haberdar olmakla kalmadı, kendi ülkesinin en yetkili ağzı Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın bu kanalda, bugünün Fatih Terim’ini hatırlatırcasına İngilizce söylediği “Ben bir mühendisim, matematik bilirim. Biz bu harekâtta yer almak ve kazanmak istiyoruz” sözlerine de tanık oldu. Özal “bir koyup üç alacağız” diyecekti. Savaş karşıtı muhalefetin sesi yükseldikçe, oranı “bir koyup 20 almaya” kadar da çıkaracaktı! 1991’de gazeteler, okulunun koridoruna “Savaşa Hayır” yazan bir kartonu astığı için gözaltına alınan ve yargılanan lise öğrencisi N.A.’nın hikâyesini yazarken Bulutsuzluk Özlemi, “duvarların yıkıldığından” bahseden ve “Oysa bizim oralarda / Savaşa hayır diyenler var, ne güzel / Onları yargılayanlar var” dedikleri “Devran Dönüyor” şarkısını konserlerde seslendirmeye başlamıştı. “Yıkılan duvardan üzerimize düşen ışıktan ve buna rağmen bizim buralarda olanlardan” bahsediyordu Bulutsuzluk Özlemi.
 
Berlin Duvarı 1989 kasımında yıkılmış, kutlamasını yapmak da 1990 temmuzunda ünlü The Wall Berlin Konseri’yle Roger Waters’a düşmüştü. Berlin Duvarı’nın yıkılışını “başka bir sosyalizm umuduyla” destekleyenler de vardı. Özal dönemi rock dinleyicisi yeni gençlikse alışık olmadığı bir şekilde böylesi büyük bir rock konserini TRT’nin canlı yayınlamış olmasıyla ilgiliydiler.
 
17 Ocak’ta Bağdat’a hava saldırısı başladığında tarihin en alışılmadık canlı yayını izleyecekti: İlk kez bir savaş TV’de canlı yayınlanıyordu! 38 gün 100 saat sonra, Başkan Bush (TSİ) 04:00’te savaşın sona erdiğini tüm dünyaya duyurdu.
 
1991’de Türkiye bir yanda Körfez Krizi, diğer yanda madencilerin Ankara’ya yürüyüşü derken, bir yandan da devlet televizyonu TRT’nin yayınlamaya başladığı diziyi, iktidardaki ANAP’ın Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in talimatıyla hazırlanmış, muhafazakâr aile değerlerini benimsetmeyi amaçlayan “Yuvam”ı tartışıyordu. O yıl Kesmeşeker’in ilk albümü “Dipten ve Derinden”, sadece kaset formatıyla dinleyiciyle buluştu. Cenk Taner anlatıyor:
 
“Albüm, ulaştığı az sayıda dinleyicide, o zamanki rock ortamında biraz afallama yarattı. Rock grubuyduk, ama o zamanın rock gruplarına benzemiyorduk. Sözlerin Türkçe olması ve içerik bazılarına tuhaf geliyordu. Bir taraftan akustik aşk şarkılarımız vardı, ama Ortaçgil tarzında da değildik. İddialı olmak ve olduğumuzdan fazla göstermek için söylemiyorum, ama geniş bir yelpazede gittik hep. Ayrıca rock gruplarının çoğundan politik olarak da farklıydık. Ama gene mesela Bulutsuzluk Özlemi gibi açık bir sol vurgumuz da yoktu. Her şarkının bir yerinde siyasî göndermeler olsa da, siyasî bir grup olarak da görülmedik.
 
Albümü yayınladıktan sonra bizim için esas düşünülecek şeyler çıktı ortaya. Bir kere gençken, yaptığın işin nereye gideceğini önce hiç düşünmüyorsun. Zaten doğrusu da o, sen yapacaksın, gerisine yaptıktan sonra bakacaksın. Kimse ilgilenmese bile yapacaksın. ‘Bir gün bir yerlerde yaptıklarına karşılık veren birileri çıkar ortaya’ diyordum. Yanılmadım. Ama gençken herkesi, dünyayı kendin gibi zannediyorsun. Kayaya çarptığın oluyor, şaşırıyorsun, ama gene bildiğini okuyorsun.
 
Biz de albümü yaptığımızda zannediyorduk ki, bizim gibi insanlar çok, dinleyen de çok olacak. Ayrıca, bizi dinleyecek olanlar sadece rock’çı gençler değil, sıradan insanlar, işçiler, madenciler olur sanıyorduk. Buna hakikaten inanıyorduk, çünkü biz kendimizi oraya ait hissediyorduk. Ama anlıyorsun ki, o işler öyle değilmiş. Yaşadığın topraklar başkaymış, burada başka hikâyeler hâkimmiş. İşçiler, sıradan halk bir yana, onlar için mücadele eden okullu solcular bile bize yüz vermeyince, acaba dedik, müzik mi sert? O sıralar Inti Illimani, Victor Jara gibi isimleri de takip ederdik. Acaba dedik, onlar gibi akustik mi çalsak? Ama kısa sürede anladık hemen, mesele müziğin sertliği falan değildi, durumlar başkaydı. Grubu ikna ettim, biz ne biliyorsak, ne yapabiliyorsak, neyi seviyorsak çalmaya devam edecektik. Alet-edevat eksikliğini, kayıt koşullarının zayıflığını da takmayacaktık.”
 
“Özgür olduğunda Marmara”
 
2013’ün son günlerine denk gelen son albüm “Yoldan Çıkmış Şarkılar”, ismi Kadıköy’le özdeşleşmiş Cenk Taner’in Kadıköy’de kaydettiği ilk albümdü. Kadıköy’ün meşhur Boğa Heykeli’ne bakan bir stüdyoda kayda girdiklerinde Türkiye o güne dek benzerini yaşamadığı bir halk isyanına sahne oluyordu.
 
“Albümü Boğa’nın taşaklarına baka baka çaldık resmen. Bir yandan da insanlar sokaktaydı. Bazen stüdyonun penceresinden alkışladık, bazen de dayanamayıp biz de aşağı inip aralarına karıştık. Şarkılar biraz daha önce yazılmıştı aslında. Ama o hava, gaz kokusu da diyebiliriz belki, o sırada kayıtta olduğumuz için albüme resmen sindi. Veysel (Çolak) fotoğrafçıdır aynı zamanda, epey fotoğraf çekti, uluslararası sitelerde paylaşıldı fotoğrafları. Bir yandan kayıtlara gelip gitarını çalıyor, sonra sokağa çıkıp fotoğraf çekiyordu.
 
Albümdeki ‘Özgür olduğunda Marmara, özgür olduğunda Ankara / Buluşuruz bir ara...’ gibi sözler Gezi’yle çok bağlantılı bulundu tabii. Onu yazarken Demir Özlü’nün ‘Aşk ve Poster’ kitabından esinlenmiştim. Romanda bir İtalyan, bir İspanyol, bir Yunan ve bir Türkten oluşan bir arkadaş grubu, Akdeniz’de bir gemi seyahatine çıkarlar. Hikâyenin sonunda ayrılırken, o sırada hepsinin ülkesinin durumu belli, ‘özgür olduğunda Akdeniz’ diye vedalaşıyorlardı. Tabii biz Marmara’nın kıyısında doğmuş büyümüş olduğumuzdan ve bu Marmara aslında çok güzel bir denizken çok büyük haksızlıkla mahvedildiğinden şarkıda Akdeniz değil, Marmara var haliyle. Albümü dinleyen herkes, şimdi ‘Gezi’nin etkisi mi var bu şarkılarda’ ya da ‘şu şarkıyı o sırada mı yazdın?’ diye soruyor. Espriliyle karışık şöyle diyorum: ‘Biz her daim Gezi ruhunda olduğumuz için öyle olmuştur.’ ”
 
Mutlu Cihan ve uçsuz bucaksız azınlık
 
31 Mayıs 2013 günü Taksim Meydanı’nda, polisin attığı bir gaz kapsülü Lobna Allami’nin başına isabet etti. Allami’yi kanlar içinde yere yığılmış olarak gösteren görüntüleri Kadıköy’deki evinde izleyen Mutlu Cihan da Taksim’e gitmeye ve meydandakilere katılmaya karar verdi. Akşam, henüz güneş batmamış, Taksim biber gazı sebebiyle nefes alınamaz haldeyken, İstiklâl Caddesi’nin girişinde, Fransız Kültür Merkezi’nin önündeydi. Bisikletçi kaskını yanına almayı ihmâl etmemişti. Ama kaskı, tıpkı görüntülerini daha birkaç saat önce izlediği Lobna Allami gibi, başına isabet eden kapsülden onu korumaya yetmedi. Kanlar içinde olduğu yere yığıldı, bilinci kapalıydı. Hastaneye kaldırıldı. Kafatasında göçme vardı. Ameliyata alındı. Ardından da yoğun bakıma... Hastaneden çıkıp tekrar Kadıköy’e döndüğünde aradan bir ayı aşkın bir süre geçmişti.
 
Mutlu Cihan 2005’te, işi sebebiyle yaşadığı Adana’da, bir arkadaşıyla Kesmeşeker dinleyicilerini buluşturacak bir internet sitesi yapmaya karar verdi.
 
“Lise yıllarından beri Kesmeşeker’i, Cenk Taner’i dinliyordum. Beş yıllık bir aradan sonra 2004’te ‘Kum’ albümü çıkmıştı ve internet artık çok yaygınlaşmıştı, kesmeseker.org sitesini hazırladık. Eski fotoğraflar, söyleşiler, klipler, görüntüler ve dinleyicilerin yazışabilecekleri forum sayfaları vardı. Hiç beklenmedik bir şekilde büyük ilgi gördü. Cenk Taner’le hayatımda hiç karşılaşmamıştım. Sonra bir gün, 2005 yazında, bir tesadüf eseri Adana’da yolda görüp yanına gitmiştim.”
 
5 Haziran 2013 günü Kadıköy barlarından Shaft’ta, “Yoldan Çıkmış Şarkılar” albümündeki kadro, Cenk Taner ve Karabataklar sahnedeydi. Sahnede “Diren Gezi Parkı” yazısı asılıydı. Konser, o sırada hastanede yatan ve yoğun bakımdan çıktığı haberi gelen Mutlu Cihan içindi. Cihan’ın annesi ve kardeşi de konserin konuklarıydı. Ortama bir sessizlik ve üzüntü hâkimdi. Önce Cenk Taner bir konuşma yapmak için sahneye çıktı. “Yıllar önce Adana’da İstanbul’a dönmek için otobüs beklerken önümüzde bir araba durdu. Bir çocuk çıktı, bize doğru geldi...” Kısa bir suskunluk oldu, sözcükler boğazına dizildi, gözyaşlarını tutamadı.
 
Mutlu Cihan o sırada hastane odasında konserden haberdar edilmişti: “Ertesi gün youtube’a da yüklenmiş görüntüler, ama bana izletmediler. Siteden olayı öğrenen hiç tanımadığım insanlar, bütün grup üyeleri ziyaretime geldi. Tekrar eve döndüğümde beni yalnız bırakmadılar. Cenk Taner ve her konserde biraraya geldiğimiz tayfa hep birlikte Burgazada’ya pikniğe gittik. Sanırım bunlar olmasa toparlanmam çok daha uzun sürecekti.
 
Adana’da yolda onu görüp de yanına gittiğimde İstanbul’a dönüyorlardı ve ertesi gün Barışarock’ta çıkacaklardı. Ben Cenk Taner’i bir müzisyen ya da şarkı yazıp söyleyen bir insandan çok, hikâye anlatıcısı olarak sevdim. Tanıştıktan sonra hiç hayal kırıklığına uğramadım. Kadıköy’de mütevazı, küçük bir evde oturan, yolda yürürken yolunu çevirenlerle sohbet eden, konserde ister on kişi olsun, ister bin, hep aynı şekilde iletişim kurup şarkılarını birlikte söyleyen bir adam. Herhangi bir rock şarkıcısı gibi hiyerarşik bir ilişki değil, bir eşitlik duygusu verir sana.
 
İstanbul dışındaki bazı konserlere, grupla birlikte aynı minibüsle gittiğim oldu. Yakınlarda, Eskişehir’di galiba, yolda giderken, öyle sohbet ediyoruz. Cenk Taner de bir tarafta sessizce oturuyor, arada bize bakıyor, gülümsüyor, sonra gene defterine bir şeyler işaretliyor, dışarıyı seyrediyor. Meğer son albümdeki şarkılardan birinin son hali o sırada ortaya çıkmış.
 
Bunu şundan anlatıyorum: Hiçbir abartı olmadan, günlük hayatının içinde, bir köşede sessizce işini yapışı onu çok iyi anlatan bir sahneydi. Antalya’daki çok az izleyicinin geldiği bir konserden sonra, normalde insanın canının ne kadar sıkılması gerektiğini düşünürken, Cenk Taner’in on küsur insanın geldiği konseri, ne kadar güzel insanlarla tanıştık, ses düzeni de güzeldi, izleyici iyi olunca biz de çok iyi çaldık diye mutlulukla anlatışına da şahidim.
 
Cenk Taner’e baktığımda hissettiğim duyguya bir de Taner Öngür’ü görünce kapılıyorum. İkisi de başka bir hayatın ve başka bir ahlâkın varlığını hissettiriyor bana. Türkiye’deki sol kesim bence ikisinin de tam olarak farkına varamadı hâlâ. Ama siteyle hâlâ ben uğraştığım için söyleyebilirim: ‘Metin Kurt Yalnızlığı’ medyada çok yer aldığından o albümle birlikte siteye ilgi arttı. Bu son albüm çıktığından beri günlük ziyaret rakamlarına ortalama 50 ilk ziyaret eklendiğini söyleyebilirim.”
 
“Aşk ve Para”
 
Cenk Taner’in gözyaşlarıyla kesilen konuşmasının ardından grubun da dahil olmasıyla Mutlu Cihan’ın sevdiği tarzda, Kadıköy’de bir mahalle kahvesinde yaşanan sıradan bir günün hikâyesini, kahvenin müdavimlerinin sohbetini nakleden eski bir şarkı çaldılar: “Bize üç çay dedi / İki açık biri demli / Bir tartışma, hararetli / Ne olacak dersin memleketin hâli? / Eskiler çok doluydu / Gözleri nemli / Dedi ki / Ben kimsenin kölesi değilim / Ben sadece ekmeğin emrindeyim...”
 
“Ekmeğin Emrindeyim”, 1993’te ikinci Kesmeşeker albümü “Aşk ve Para”nın kapanış şarkısıydı. Albümdeki genel hava yine yolunda gitmeyen hayatlar, kalp kırıklıkları, sabahın erken saatinde gidilmek zorunda olan işler, ödenmesi gereken faturalar ve parasızlıktı.
 
O yılın ilk günü, altı haftadır gösterimde olan ve o âna dek 400 bin kişinin izlediği “Temel İçgüdü”, Refah Partisi milletvekillerinin baskısıyla Muzır Neşriyat Kurulu kararınca gösterimden kaldırılmıştı. İstanbul Belediye Başkanlığı’nı Tayyip Erdoğan yeni kazanmıştı ve o sıralarda Erdoğan’ın on yılı aşkın bir süre ülkenin başbakanlık koltuğunda oturacağını kimse tahmin edemezdi.
 
24 Ocak’ta bu kez Uğur Mumcu bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 17 Nisan’da Turgut Özal öldü. 1991’de kurulan DYP-SHP koalisyonunun başbakanı Süleyman Demirel, artık cumhurbaşkanıydı. 2 Temmuz’daysa Sivas’ta Madımak Oteli, etrafını kuşatan göstericiler tarafından tekbirler eşliğinde ateşe verilecekti. Bu arada Güneydoğu’da çatışmalar şiddetleniyordu.
 
Medyanın yoğun ilgisi emniyet güçlerini de harekete geçirince, o sırada Akmar Pasajı da baskıdan nasibini aldı. Metalci gençler, şeytana tapmadıklarını ispatlamaya çalışıyordu. En tehlikeli yazı, bir espri görüntüsü altında, Sabah yazarı Engin Ardıç’tan geldi. “Metaaal” başlıklı yazısında, gürültülü müzik dinleyip eliyle şeytan işareti yaparak “Metaaal” diye haykıran gençleri alaya alıyordu. Ama hızını alamamış, esprili bir dille, peşpeşe işlenen siyasî cinayetlerin faili oldukları iddia edilen illegal İslâmcı örgütlere, Atatürkçülerle uğraşacaklarına şeytana tapanlarla ilgilenmelerini tavsiye etmişti.
 
Metalcilerse, TV programlarında, gazete röportajlarında belirttikleri üzere, en başta saçlarının uzunluğu sebebiyle sokakta tepki görmekten bıkmışlardı. Oysa onlar, kendi ifadelerine bakılırsa, ülkesini seven, ailesiyle iyi geçinen, Türk çocuklarıydılar; tarihte uzun saçlı padişahlar, kahramanlar vardı ve onlar da gerekirse bu vatan için canlarını verebilirlerdi. Verdiler de. Pentagram’ın kurucularından heavy metal gitaristi Ümit Yılbar, 1993 eylülünde gönüllü komando olarak gittiği askerde girdiği çatışmada vuruldu. Medya bu hazin hikâyeyi çok sevdi. Röportaj yapılan gençlerse Yılbar’ın “sokakta kendisine saçları yüzünden küfredenler için canını verdiğini” söylüyorlardı.
 
“Gerçekten Özleyince”
 
Aynı yıl “Aşk ve Para”da yer alan “Gerçekten Özleyince” şarkısına Hi8 bir el kamerasıyla az sayıdaki kliplerinin ilkini çekti Kesmeşeker. “Gerçekten Özleyince”, o sırada bahsi bolca geçen modern rock akımına yakın, gitar solosu olmayan bir şarkıydı. Cenk Taner anlatıyor:
 
“O zamanlar gitar sololar çok sevilirdi. Ama o zaman da şimdi olduğu gibi şöyle bakıyordum: Bir gitar solo olacaksa şarkıda, oraya uyan bir şey olması, bir cümle söylemesi gerek. Ben daha çok George Harrison’vari soloları severim. Jimmy Page falan iyidir tabii de, ben kısa, dozunda ve bir şey diyen soloyu severim. Ama tabii bizim şarkılarda gitar sololar da epey oldu. Çünkü grup işinde, aslında ekoller ve geçmişler çatışması yaşanır. Herkes farklı geçmişten ve ekolden gelir ve beğeniler çatışır. Son sözü şarkıyı yazan kişi olarak ben söylesem de, grupta özerk bir yapı her zaman oldu. Yani şarkılar bazen benim ilk düşündüğüm şeklinden biraz daha değişik bir hâl de aldı. ‘Gerçekten Özleyince’ aslında tam hit olacak bir şarkıydı. Bugün bile, normalde bizi dinlemeyenlerin Kesmeşeker denince en çok hatırladığı şarkıdır. Şimdi gelip, ‘ya, o zaman için çok farklıymış’ diyenler oluyor. Bazen öyle olur. Bir şarkı önden koşup gider. Atıyla dörtnala gidip sonra ‘çok hızlı geldim, ruhum geride kaldı’ deyip bekleyen Kızılderili gibi.”
 
“Uçurumun Kenarında Dans”
 
“Aşk Ve Para”da o zamanlar pek dikkati çekmeyen bir şarkı vardı: “Kurşunlar sırtımda / Sözlerin aklımda / İnsan kıymaz insana / Nasıl kanıyoruz yalanlara // Öğrenmem gerek / Rezilliğin dilini / Anlamak için olan biteni” diyen “Son Tango (Uçurumun Kenarında Dans)”...
 
“O zamanlar kimse bu şarkı ne anlatıyor demedi. Bir kişi sordu, o da İstanbul’daki rock gruplarıyla ilgili bir program çeken ve bizimle de görüşen bir Alman televizyon ekibiydi. Açıkça ‘bu şarkı ülkenizdeki savaşa mı dair?’ diye sordular. Öyleydi tabii.”
 
‘90’lar, başladığı gibi siyasî çalkantılar, ekonomik krizler, Kürt sorunu tartışmaları, kurulup dağılan koalisyonlar, siyasî cinayetlerle biterken, Kesmeşeker de o yılları 1999’da yayınlanan “İçinde İçindekiler Vardır”la tamamladı. Arada, 1995’te “Tut Beni Düşmeden” ve 1998’de grubun en çok ses getiren albümü “İnsülin”i yaptılar.
 
“Kesmeşeker tam anlamıyla ‘90’lar grubuydu ve aslında ‘90’lar biterken grup da bitmişti. Özellikle ‘90’ların ikinci yarısında rock gruplarında bir yükseliş oldu. Popüler olan gruplar çıktı. Mesela uzun zamandır birlikte çalıştığımız MŞŞ (Mehmet Şenol Şişli) o yıllarda Kargo’daydı ve şarkıları o yazıyordu. Aynı dönemin gruplarıydık. Ama biz hiçbir zaman öyle satış yapamadık, star durumlarını yaşayamadık. Öyle ön sırada kızların bağırdığı konserler olmadı. Dipten derinden yürüdük, sponsor yok, para yok... Ama inat ettik, devam ettik. Onlar o sırada iyi albüm satıyorlardı. Mesela, ‘Kum’dan sonra Kaan Altan’la çalıştık epey, onların grubu Mavi Sakal da bir ara çok parladı, 100 binleri geçtiler albüm satışında. Ama o popülerlikte kaygan bir zemin vardı. Bir şarkıya, bir klibe tav olup alanlar arasında normalde Ferhat Göçer dinleyen insanlar da vardı. Onlar zamanla, hoop, bir anda yok olup gidiyorlar başka yere. Biz hiç hit olamadığımızdan, hep ‘az ama, kemik’ tabir edebileceğimiz dinleyiciyle baş başa kaldık. ‘Vay anasını be, neler yaptık’ diyebileceğimiz bir anımız olmadı o yüzden. Bizde hayat hep aynı düzeyde gitti. ‘Kendimizi döndürsek yeter’ dedik, dükkânı açık tuttuk. Bazı gün on kişi geldi, bazen bin, ama hiç kâr etmedik, dükkân kapanmasın dedik ve başardık. ”
 
“Acıların Kralı”
 
1998 tarihli “İnsülin”in en bilinen şarkısı “Acıların Kralı”ydı, “Havalar soğumadan gel / Ne gaz alacak param var / Ne de odun” diye başlıyordu. 2000 yılında gelen ilk solo albüm ve tamamen akustik sound’lu “İzin Vermedi Yalnızlık”ta da parasızlığa, hayatın dayattığı o iş koşullarına, beyaz eşya taksitlerine, banka kartlarına dahil olamama, dünyayı, ülkeyi ve hayatı ana haber bültenlerinden takip etmekle yetinememeye ve tabii bu yanlış hayatta yanlış yaşanmaya mahkûm aşklara dair sözler vardı.
 
“Artık ‘Acıların Kralı’ gibi sözler fazla yazmıyorum. Özellikle bu son albümden sonra birileri gelip ‘şurada ne demek istiyorsun’ diye soruyorlar. Şarkı sözlerini açıklamak zordur. Bilinçaltı, bilinçdışı bazı şeyler... Açıklamak da dinleyenlerin o şarkıyla ilişkisini bozar biraz. İlhan Berk’in bir sözü vardır, şiir hakkında konuşurken, ‘yapana da kapalıdır bazen’ demiş. Biraz o hesap, ‘o cümlede şunu dedim’ diye açıklama yapamam. Onu tartacak olan zaman biraz da. İlerde dinleyince bir mânâ çağrışımı yaparsa tamamdır. Geçen gün bir yerde rastladım, birisi şöyle bir cümle kurmuş: ‘Cenk Taner’de değişen bir şey yok, yine Dadaist metaforlar devam ediyor.’ Beğeni mi, eleştiri mi, çözemedim ama!.. Şarkı yazımı öyle, biraz bilinç akışı barındırıyor.
 
Her şey de bilinç akışı değil tabii. ‘Acıların Kralı’ mesela, birebir reel durumu anlatır. ‘Havalar soğumadan gel, ne gaz alacak param var, ne de odun!’ Hakikaten öyle bir andı. Sobada yakabilecek hiçbir şey alamadığımız bir gecede yazılmış bir şarkıdır. İlk solo albüm, Kesmeşeker’e hiç takılmamış bir kitleye de ulaştı. Hâlâ o albümü çok sevip Kesmeşeker’den haberi olmayanlar vardır. Kesmeşeker dinleyicilerinin bazılarına da hiç hitap etmedi, o da ayrı.
 
‘90’larla birlikte Kesmeşeker’in de aslında bittiğini düşünüyordum. 2004’teki ‘Kum’ aslında benim adımla çıkabilirdi, ama plak şirketindeki arkadaşlar rica etti, onları kırmadım ve Kesmeşeker olarak yayınlandı. 2011’deki ‘Doğdum Ben Memlekette’ grubun 20. yılı şerefineydi. Şimdi en çok sorulan, grubun ne olduğu... Kâğıt üzerinde duruyor. Ama sanırım uzun bir süre böyle devam edeceğiz.”
 
“World Music” ve Anadolu rock
 
“Yoldan Çıkmış Şarkılar” kasım ayında iTunes üzerinden de satışa sunuldu. iTunes, albümün türü için “world music” etiketini kullandı.
 
“Bunu sadece Türkçe olması sebebiyle tercih etmediler sanırım. Harmonyumları, tablaları duyunca mı yaptılar, bilmiyorum. Ama sonuçta rock olarak görmemişler. Aslında müziğimiz tam olarak dünya müziği denilen yere de gidebilir önümüzdeki yıllarda. Bundan sonra, iki gitar, bas, davul şeklinde gidebileceğimizi sanmıyorum. İleride, hiç belli olmaz, saz da girer, kanun, klarnet de. Bundan sonra düz rock albümü zor çıkar bizden, iTunes bizi daha epey zaman world music kategorisine koyar.”
 
Geçen yılın mart ayında Kadıköy’de Cenk Taner ve Anadolu rock akımının yaratıcılarından Taner Öngür birlikte konser verdiler. Birbirlerine kendi şarkılarında eşlik ettiler. Öngür’ün sahneden inerken “Cenk Taner dinleyicilerinin hayranı olduğunu” söylemesi konser izleyicisini çok mutlu ederek büyük alkış almıştı.
 
“Evet, öyle dedi ve bizim izleyiciyi onore etti. O kuşağın en özel insanlarından biri. Konserden önce soundcheck yaparken çaldığı gitarı görünce ve bir de hali, tavrıyla, boşuna efsane olmadıklarını çok rahat anladık. Tam ‘70‘lerin ruhu vardı çaldığı gitarda. Moğollar’ın ‘Dağ ve Çocuk’ 45’liği devrim gibidir. Anadolu rock kendi döneminde çok başarılı olmuş bir akım. Ama bugün geçerliliği olmadığını düşünüyorum. Bugün biz artık burada, yaşadığımız gibi, olduğumuz gibi müzik yapmalıyız. Bu Anadolu rock olamaz ki! Şimdi Nevşehirli bir ozan keşfetsem, onun şarkılarını düzenlesem, söylesem, çok turistik kaçar. Bunu yapabilecek adamlar var, mesela Erkan Oğur lâyıkıyla yapar. Çünkü kökleri var orada. Ama ben Kadıköy’de yaşayan bir şarkı yazarı olarak, kendi yaşadıklarımı, gördüklerimi yazmakla mükellefim.”
 
“Kaybedenler”
 
2010’da Kadıköy’le özdeşleştirilen bir film gösterime girdi: “Kaybedenler Kulübü”. İlk üç gününde 70 bini aşkın izleyiciye ulaşan filmin tanıtım partisinde Kesmeşeker sahneye çıkınca, grubun dinleyicileri internet üzerinden protesto ederek büyük tepki gösterdiler.
 
“Eskiye dayanan ilişkiler vardı, davet edilince gittik. Yoksa ortada gerçekten bir kaybeden falan yok. Bir ‘kaybeden’ mevzuu yaparken kazanmak vardı elbette. Dinleyiciler hiç hoşlanmadı ama o işten. Tepkiler çok fazla oldu. Zaten biz dinleyiciden ‘müzik kötü, bu albüm olmamış, o şarkı güzel değil, iyi söyleyemedin’ gibi tepkiler almayız. Öyle durumlara kızmazlar, ama tavırda hoşlanmadıkları bir şey görürlerse affetmezler. Benim için ‘kaybeden’ muhabbeti tamamen gençlik tribidir. Gerçek hayatta kaybetmek ağırdır. Kaybedenler Kulübü partilerine gittiğinde kendini askerlik şubesinde gibi hissedersin. Çok erkek bir ortamdır. Kaybeden deyince benim aklıma, daha ziyade, bu hayatı artık sürdürmeyi becerememiş insanlar ya da evsizler gelir. Sistemin ucundan, kıyısından bile dahil olmalarına izin vermediği insanlar yani.”
 
“Şaraba devam”
 
“Son albümün adına kızanlar da oldu. ‘Ne yani, şimdiye kadar yoldaydın da yeni mi çıktın’ diye gelip söylenenler var mesela. ‘Eskiden tali yoldan gidiyorduk, şimdi oradan da çıktık’ diyorum ben de. Deniz kıyısına indik. Bakalım nerelere gideriz. Bu yaştan sonra artık yolumuzu bulamayacağımız da belli. Yapacak bir şey yok. Bu sene yağmurlar böyle yağdı, mahsul böyle çıktı, hasat bu. İki sene sonra ne ekeriz, ne çıkar, bilmem. Üzümde de öyle değil mi? İki yılın şarabı birbirini tutmaz, ama o şarap yapılmaya devam edilir. Esas olan o şarabın yapılmaya devam edilmesi. Önemli olan tabii, yeter ki içilemeyecek gibi olmasın.”
 

SON EKLENEN 5 HABER

Cenk Taner