Aslında bu sıradan bir albüm değil... “Hep bir engelle karşılaşan su damlasının öyküsü”... Benim için anlamı farklı olan, beklenmedik anda gelen ve çok çabuk yerini alan... Bazen öyle olur ya hani... Yaşadığından haberdar olmadığınız biri, birşeyler yapar ve o meşhur kelebek etkisiyle evren gelip size tokadı atar... Hoş, gerçekten varmıdır o kelebek etkisi denen şey, belki de vardır sahiden, ya da meşhur bir filmdir belki... Ama evren diye bir şey var işte... Müzikte onun kolu bacağı... O yüzden bazı albümler, şarkılar öyle sıkıca sarar ki, insanı... Boşluktasınızdır, içiniz dolmuştur ve çıkaramazsınız bir türlü... Tam cenin pozisyonuna kesmişken teniniz, üşürken... Gelir bir şarkı, sarar, örter üstünüzü... Ne varsa sizin yerinize o söylemiştir işte... Varsa sözün bittiği yer, tam da o an ve o yerdir...
Begüm Tarako’nun albümüyle, o yerde karşılaştım tam olarak... Badireli olaylar zinciri sonrasında, kürkçü dükkanıma döndüğümde... Eve kapanayım demiştim aslında, her zamanki benzer durum reaksiyonuyla J.D.Salinger münzeviliğine yatay geçiş yapayım istedim... Evren müsaade etmedi, neymiş kargom varmış... Gelmişlerde, evde bulamayınca bekliyorlarmış teslim almamı... Dedim ya, evren diye bir şey var işte... Senin planına güler... Yine güldü, yaptı hainliğini, kendince... Meğer albümmüş gelen, o gün almazsam, geri gidecekmiş... Apar topar ve inadında mırın kırın yürüyerek gidip aldım neyseki... Bir an önce devreden çıksın diye, salla pati, kulak vermeden dinlemeye koyuldum... Kafa desen merkez bankasından taze çıkmış bir milyon gibi... Sekiz şarkıymış, çabuk bitecek hissiyatıyla başladım, atlaya atlaya altıncı şarkıya gelmez olaydım... “Hep bir engelle karşılaşan su damlasının dramı” diye başladı şarkı... Ve an o an işte... Albümün benim için özelliği de öyle başladı... Bu kadar sevmemin, bu kadar içselleştirmemin ilk cümlesi de şarkının girişi oldu...
Meğer benzer badirelerin sonucuymuş bu albüm... Çok vazgeçilecek nokta vermiş o süreç, her şeyden önce bir grubun parçası olmak istiyormuş Tarako... Solo kalma zorundalığı, o engellerden biriymiş... Okudukça, öğrendiğim çok şey var aslında... Ama hepsini yazsam, size keşfedecek birşey kalmaz... Beni tanıyanlar bilir ne kadar takıntılı olduğumu... Detaylara olan takıntılarımı... “Girdap”la başlayan şaşırmalarımın diziye dönüşmesi de böyle oldu... Yedi, hep hayatımda önemli yer tutmuştur örneğin... Albümün beni de anlattığını düşünürken, bir öğrendim ki doğum tarihi 7.9.1982... Benden “yedi” yıl sonra, aynı ayın “yedi”sinde doğmuş... Detay takıntısı işte... Bu tip detaylar varken, şu isimlerle çalışmış, şu şarkılar var diyemem...
Verdiği iki röportajdan ve şarkıların sözlerinden albümün hikayesini görmek mümkün aslında... Su damlasının öyküsüne dair her şey orda saklı... Birde albümün çıkışını takiben çıktığı radyo programı var elde... Albümle, kişi arasındaki bağı kurmamı sağlamıştı bana... Karşısındaki kişi değil de, mikrofondu sanki... O derece mekanik bir sunucu karşısında, öyle konuşuyordu ki, sürekli bir gülümseme ve bolca heyecan, enerji... Şarkıların ilk çıkış noktasını da o sayede öğrendim... “Diyelim ki gün içerisinde bir anda, seninle konuşuyoruz. Birşey söylüyorsun bir kelime, cümle herhangi birşey ya da tartışıyoruz, ağlıyoruz vs... O anda bende birşey tınlatacak bir ayrıntı duyduğumda, birde doğada devrede gördüğümüz her şeyde yine aynı hissi uyandıran anlarda aklıma gelen şeyi not ederim. Sonra yoğunlaştığım anlarda bu notlara bakar, çaldığım şeyi hissettiren kelimeyi ya da cümleyi bulur sonra hikayeyi kurgularım.. Büyük ihtimalle, bir yere vardıracak birşey yakalamaya özen gösteririm” diyerek özetliyor, şarkıların çıkış noktasını... Bu sekiz şarkı da, o detayların bütünü...
“Her kız gibi babasına hayran bir kızdım” diyor, Beyaz Kelebekler grubundan Gürhan Tarako’nun kızı olarak... Babasının bir yerden ona baktığını, her şeyi gördüğünü hissederek... Albümdeki bir şarkı da ona ithaf... “Albüm yapabileceğime inanmayanlar beni hırslandırdı” diyor, lakin en önemlisi evren de pek rahat bırakmış... Dönüm noktası hep badireler, engeller, üzüntü veren olaylar olunca, albümün genel melankolik havasını da “Uzun süre hayatımda mutlu bir şey yoktu. Güzel şeyler yaşadığım zaman mutlu şarkılar da yazarım.” diyerek açıklıyor... O süreç dediğimiz de, az buz değil... İlk şarkının yazıldığı 1998’de başlayan süreç 2005’te tamamlanmış... Yayınlanış tarihi ise, 2012... [İki ayrı “yedi” yıllık süreç... Tek tabancalık kararı yılı da: 2007... Bolca yedi... :)) ] Bu uzun sürecin sonunda, ortaya çıkan albümse... Tüm bekleyişe değen, herhangi bir parçanın çok öne çıkmadığı, bir bütün... Tek tek şarkılardan bahsetmek, o yüzden zor... Benzeri ilk albümlerin, cover destekli, alaturka altyapılı çıkış şarkısı aradığı yerde, “Aklımın Oyunları”, albümü sırtlayacak liste başı bir şarkı içermiyor... En büyük dezavantajı da bu... Bunu avantaja çeviren sekiz şarkı, raf ömrü uzun, katalog albümü kimliği katıyor ki, bu yüzden 2012’nin en iyi albümlerinden biri...
Siz dinlediğinizde ne anlam vereceksiniz bilmem ama, el mahkum, kendimden yanıtlayayım-anlatayım şarkılarla, albümü...
“Artık görünmezdim, saydamdım, çünkü sihirbazdım” dediği “Hile” ile açılıyor albüm... Sihir başlıyor, “Dünyayı fazla üzme, özünde herşey bir hile” uyarısıyla... O badirelerin sonunda dile gelen “Kalbini dinlemen ne kadar mantıklı” dediği “Aklımın Oyunları” o oyunları özetliyor... “Yalnız kaldığımda kırılırım. İncitirim kendi kendimi” diyor, albümün tek aşk şarkısı “Yapboz”da... Ki, bunca aşka adanan albüm arasında, tek şarkıyla aşkın geri planda kalmış olması, en azından benim üzerinde durduğum detaylardan... “Doğum günü” de benim şarkım... Doğum günlerini sevmeyen, kendi doğum gününden nefret eden biri olarak (12 Eylül’de doğmanın lanetini bilen bilir) “Bu doğum günü benim değil, ben bugün doğmadım” derken ben de eşlik ediyorum, nasıl etmeyeyim... “Bembeyaz bir kelebekti, süzüle süzüle uçardı / Tüm renkleri atıp içine, uzandı usul kadife bahçesine” dediği “Beyaz Kelebek” hem babasına ithaf, hem de hayatın özeti bir bakımda... Hepimiz hayat boyu, bahçemize renkler atmak için yaşamıyormuyuz?... “Gökyüzü ne renkti, ne renge boyalı / Yırtmaya değer miydi, sapasağlam koza mı?” diye sorduğunda, değdi demek için konseri ya da albümü imzalattıracağım karşılaşma anını bekliyorum “Koza”da... En insancıl enstrümanın sahneyi alıp, albümü kapattığı “Sözsüz”de onca badireden sonra, söze gerek kalmadan hissetmeniz için kulağınızdan süzülüyor... Babam sayesinde, onca müzik aletiyle dolu bir evde yaşadığım halde, evrenin oyunuyla hiçbirini çalamamanın acısını en çok duyduğum enstrümandır çello, sesini nerde duysam işi gücü bırakıp dinlediğim, zaaflarımdan biridir... Albümün kapanışının da çellonun başrolünde olmasını ayrı seviyorum...
Dedim ya, bu sıradan bir albüm değil... Hep bir engelle karşılaşan su damlasının öyküsü... Onca badireye rağmen, kucağına deniz kabuklarını toplayan, döne dolaşa kendi kollarını bulan su damlalarının öyküsü... Kendine sürekli, “koza mı yırtmaya değer miydi?” diye soranların albümü... Begüm Tarako sayesinde, tüm su damlalarına selam olsun... Böyle albümleri gördükçe, yırttığımıza sevindiğimiz kozalarımıza da...