Hiçbir kuşak yaşananları unutmadı
Her tür yasağa rağmen hiçbir kuşağı ıskalamadan ‘Buğdayın Türküsü’nü söyleyen ‘Yeni Türkü’den mesaj: O yaşananları insanlar hâlâ unutmadı. Onların çocukları da unutmadı, bir sonraki kuşak da unutmayacak...
CANAN AYDIN
Bir sabah 12 Eylül çanları çaldığında sokak artık eski sokak değildi tıpkı şarkılar gibi... Öyle kara bir gündü ki; darbe olmuş, sokaklar susturulmuş, şarkılar susturulmuştu. Bütün bu yaşananlardan nasibini alacak ‘Yeni’ bir ‘Türkü’ vardı: Buğday’ın Türküsü. ‘Tehlikeli’ydi, sokağa çağırıyordu...
Yeni Türkü’nün 1979’da çıkardığı ilk albümdü ‘Buğdayın Türküsü’. Albüm 12 Eylül 1980 darbesinin postalları altında kaldı. 34 yıl aradan sonra dönemin tanığı olarak yaşananları anlamak ve anlatmak için yeniden türküsünü söylemeye başladı. Peki o yıllarda ‘Yeni Türkü’ ‘Buğdayın Türküsü’yle neler yaşamıştı neler olmuştu soralım dedik; Derya Köroğlu ve Selim Atakan’ın kapısını çaldık.
»Yaklaşık 34 yıl sonra ‘Buğdayın Türküsü’ dinleyiciyle yeniden buluştu. Bu bir kutlama mı? Nedir hikâyesi?
Derya Köroğlu.: 1977’de çalışmaya başladığımız albüm 1979’da çıktı. 1980’de 12 Eylül’le birlikte ortadan kayboldu. Bizim kuşağın çektiklerini ve evet belki de zaferini bugünlere ileten bir albüm ‘Buğdayın Türküsü’. O yüzden yeniden dinleyicilerimize sunulması gerekiyordu.
Selim Atakan: Şarkılar, müzikler çok farklı olduğu için diğer albümlerimize katmadık. Belki de o döneme ait bir şeyi kirletmek istemedik.
»34 yıl neredeyse yolun yarısı. Yaşanmışlıklara baktığımızda, değişen çağla birlikte Türkiye’nin nasıl bir türküsü var?
D.K.: Her dönemin kendi türküsü başka. Bizim yaptığımız o dönemin tanığı olan bir albümdü. Hakikaten tam bir tanıklıktı. Şimdi de yine sosyal olaylara karşı duyarlı olan, özellikle gençlerin, başka türlü başkaldırışları var.
S.A.: Müzik; şarkı sözü ve şiirle çok bağlantılı, bire bir giden bir şey. Şimdiye bakarsak o zamanki gibi politik anlamda şiir yazan şair var mı?
»O dönem Nâzım Hikmet, Kemal Burkay, Can Yücel okumak ‘suç’ sayılıyordu. Bugün insanları ‘suçlu’ yapan ne?
S.A.: Yine haksız nedenlerle suçlanıyorlar. Yakın geçmişte yaşadığımız Gezi direnişinde, gözdağı verilerek insanlar tek tek içeri alındılar. Hâlâ içerde olanlar var ve bunlar mahkemeye çıkacaklar. Mahkemeye çıkınca ne olacağı da belli değil. 12 Eylül’e gidersek birçok arkadaşımız hapishanelere atıldı kimilerinin davaları yıllarca sürdü. Yani dönemler değişti ama haksızlık haksızlık olarak kaldı. Şunu da söylemek lazım; gençlere haksızlık yapmak çok büyük sonuçlara/tepkilere yol açar.
»Albüm’de 11 beste var. Ama hepimizin hayatından ‘Mamak Türküsü’ geçti. Diğer şarkılarınızı neden konserlerinizde fazla söylemediniz?
S.A.: Ben de, Derya da çok dikkat ederiz. Bu şarkıların istemediğimiz ortamlarda kullanılmasından mutlu olmayız. Çünkü bize çok kişi hapiste iken şarkılarımızla avunduklarını, umut içinde beklediklerini söylediler. O yüzden de bu albümdeki şarkılardan hiçbirinin örneğin bir reklam filminde kullanılmasını istemedik.
D.K.: Özellikle Mamak Hapishanesi’nde yaşanan o dehşet, insanların hayatında çok derin izler bıraktı. Birçok insan da o hapishaneden geçti o yüzden de akıllarda daha fazla yer etti.
»Bugün insanlar sosyal medyada kendilerini, düşüncelerini anlatarak gönüllü bir ‘fişlenme’ yaşıyorlar. ‘O zamanlar’ insanları neye göre ‘fişliyorlardı’?
S.A.: Kıyafet, bıyık, sakal çok önemliydi. Okuduğunuz gazeteler, kitaplar, dinlediğiniz müzikler, kullandığınız kelimler önemliydi. ‘Düzen’den, yaşamdan bahsediliyorsa yani Öztürkçe kullanılıyorsa diret olarak sol tarafa ait oluyordunuz.
Müziklerde mesela o zaman Rusya sayıldığı için Azeri müzik bile çok belirleyiciydi. Sol sayılıyordu. O zaman sadece devlet radyosu ve televizyonu vardı, ne istiyorlarsa onu söylüyorlardı. Genel olarak kitleler çok şeyden habersizdi. O zaman sosyal medya olsaydı ne olurdu bilemiyorum...
D.K.: 12 Eylül tarafından susturulana kadar bir muhalif basın vardı. Şimdi herhangi bir muhalif basına tahammül edilmiyor.
»İktidarlar türkülerden neden korkuyor. Sanatı bu kadar ‘tehlikeli’ yapan şey ne?
S.A.: Çünkü şarkı, müzik denilen şey çok kitlesel olduğu için insanları bir anda, bir duyguya kanalize edebiliyor onlar için bu da ‘tehlikeli’. Evet müzikten çok korkulmuş. Leonard Cohen Vietnam Savaşı zamanında son derece katı konuşmalar şarkılar yapmış. O kadar meşhurmuş ki Cohen, Amerika hiçbir şey yapamamış ve engelleyememiş. Ondan önce epeyce engelledikleri müzisyenler varmış. Mesela radyo programlarına çıkacak olan müzisyenleri son anda yayına almayıp arkasından da soruşturmalar açabiliyorlarmış. Tiyatro da ‘tehlikeli’ o bakımdan.
D.K.: Her şeye rağmen tiyatro, müzik 12 Eylül’e direndi. Mesela müzik Afrika’da insanların kendilerini, ezilmişliklerini ifade ettikleri birbirlerini anlamak adına kullanılan önemli bir yoldu. Bizde de o vardı. Seksenlerde bizim yaptığımız müzikle ilgili insanların “hayata daha sıkı bağlanmayı öğrendik” şeklinde yorumları vardı. O kadar zor günler yaşandı ki bu müzikler insanlara yaşama umudu, yasama şevki verdi.
»MFÖ, Yeni Türkü, Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok gibi birçok müzisyen Türkiye’nin müzikal mirası. Popüler müziğin piyasayı ele geçirdiği çağda müzikseverlerin müzikal anlamda çok da gidecek yeri yok...
S.A.: Genel bir karışıklık var. Aslında dünya böyle biraz. Türkiye’de de dinleyici ne dinlemesi gerektiğini, neyi seçmesi gerektiğini bilemiyor. Bilmediği için de ona ne verilirse, ne dinletilirse dinliyor.
Türkiye’de ‘Ben şu tarz müzik dinlerim’ diyebilecek insan kalmadı. Kendi tarzını seçip onu dinleyen çok az kişi var. Bu da müziğin ticarileşmesinden kaynaklanıyor.
D.K.: Müzik türleri arasında fark azaldı. Yani eskileri dinliyoruz hep. Yenilerde de öyle müzik üretimi yok. Türkiye’de de genç rock grupları arabesk ile flört halinde.
»Paylaşıldıkça çoğalan bir duygu müzik. Tıpkı soba başında çaydanlıktan taşan su sesi eşliğinde, muhabbetler gibi. Albümünüzdeki fotoğraflarda bunu görüyoruz.
S.A.: Grup çalışması farklı bir çalışma. Paylaşmak, sohbet gerektiriyor.
D.K.: Evet, çayımızı içer, evlerde buluşur müziğimizi öyle yapardık. Hakikaten bir arkadaşlık ruhu hâkimdi. Şimdi öyle bir şey paylaşmak çok güç, böyle bir çalışma yapmak için irade lazım.
»Albüm Kavaklıdere-Ankara’da 1979’da basılmış. Bu adres öyle tanıdık ki sanki hepimizin gönderilmiş bir mektubu var oraya. Sizin için nasıl bir anlamı var bu adresin?
D.K.: TRT orada çünkü. Biz orada yaşadığımız için direkt Kavaklıdere’yi gözlerimin önüne getiriyorum. Kuğulu Park civarı... Adres olarak düşündüğümde biraz da Barış Manço aklıma geliyor mesela.
S.A.: Ankara’nın çok fazla gece hayatı yok, o yüzden de misafirlikleri ve gece sohbetleri çok önemli. İstanbul “işlerimi bugün yapmayayım, yarın yapayım” şehri. Politik düşünce ve faaliyetler de son derece farklı. Ankara’da her şey çok fazla ciddiye alınır. İstanbul’da bir mahallede kan gövdeyi götürürken, yan mahallede hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyorsun.
»Albüm başlı başına bir belge. Yanında bir de Can Dündar imzalı belgesel var... Bu belgeselin sizin için nasıl bir önemi var!
S.A.: Uzun süredir Derya ile bu parçaları yeniden mi seslendirsek, yeni teknolojiyi de kullanarak değişik bir albüm mü yapsak diye düşünüyorduk. Albümü olduğu gibi çıkarmaya karar verdik. ‘Buğdayın Türküsü’, kapak tasarımıyla olsun birçok özelliğiyle bütünlüklü bir albüm. Bunun yanında o dönemi hatırlayabileceğimiz ve hatırlatabileceğimiz katma değeri olan bir şey olsun istedik ve o günleri anlatalım dedik. Bu bizim için de psikanaliz oldu. Diğer yandan “İnsan inançla, şevkle birlikte bir şey yapmaya başlarsa, ortaya güzel şeyler çıkar” mesajı oldu.
»Belgeselde “Sevgi dolu, barış dolu bir dünyanın sesiydi müzik” diyorsunuz. Müzik hâlâ bu misyonu taşıyor mu?
S.A.: Bazı şarkıların sözlerine baktığımızda çok anlamsız. İspanya’da yapılan bir araştırmada 50 bin şarkı bilgisayara birtakım parametreler belirlenerek yüklenmiş. 1920’lerden bu güne birçok şarkı bu parametreler ışığında incelenmiş. Şarkılarda kelime sayılarının azaldığı, armonik yapı ve melodilerin çok basitleştiği görülüyor.
»Can Dündar belgesel için yazdığı metinde grupla 30 yıldır koparılmayan bir bağı olduğunu belirtiyor ve “Ortak mazimiz bizim; yenilgimiz, husranımız, zaferimiz” şeklinde tanımlıyor. Katılır mısınız?
D.K.: Albümdeki materyallerin içinde de var. Can o zaman bizim çalıştığımız evde yani Selim’in evinde bizimle röportaj yapmıştı. Öyle bir anısı var öncelikle.
S.A.: İlk gazeteciliği.
D.K.: Ortak mazimizin olduğu kesin. Herhangi bir aşk şarkısı çağının tanığı olmayan bir şeydir ve her dönem yaşanabilecek bir aşktan bahsediyordur. Dönemin şairleri tarafından yazılmış dizelerle, o dönemin müziklerini yapıyorsanız bunlar hakikaten herkesin mazisini hatırlamasını sağlıyor. Dolayısıyla ortak yaşanmışlıklardır ve Can Dündar’ın bu yorumu doğrudur. Mesela Nâzım’ın şiirinden bestelediğimiz “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” 1959-60’ların 1 Mayıs öncesine referans bir şarkıdır. O yaşananları hâlâ insanlar unutmadı. Onların çocukları da unutmadı, bir sonraki kuşak da...
»Buğdayın hâlâ bir türküsü var mı?
S.A.: Türkiye yavaş yavaş endüstriyel bir toplum haline geldi. Gerçi bu Buğdayın Türküsü’nü kaybettirmiyor. Çünkü orada bahsedilen halklar sadece kırsal bölgede çalışanlar değil! İşçiler de var. Endüstri devrimi zamanında işçi ve patronların çatışmaları ölümlerle ve felaketlerle sonuçlanırdı şimdi çaktırmadan işsizlikle sonuçlanıyor. Son THY’deki gibi hiçbirimizin takip edemediği çok sessiz geçen grevler oluyor. Bir şekilde iş kanunlarıyla oldu bittiye getiriliyor insanlar. İhale ile işçi alınıyor 11 ay sonra kalıcı bir hak sahibi olmasın diye mecburi olarak izine çıkarılıyor. Bu şekilde işverenlerin de kendi çıkarlarına uydurdukları şeyler var. İnsanların küçük küçük şeylerle gazları alınıyor ve böylece işçi sınıfı toplu direniş yapamıyor.
Demokrat olmak için çok sağlam duran ilkelerimizin olması gerekiyor. Demokrasinin gelişmesi kolay olmuyor, hele 1980’den sonra hiç kolay olmuyor. Çünkü hepimizi bilinçli olarak başka bir yöne doğru yönlendirdiler ve her şey tamamen unutuldu. ‘Buğdayın Türküsü’ de bu şekilde unutuldu ve doğal olarak bizim yaptığımız müzik de unutuldu.
***
Öfkemizi bastırmaya çalışıyoruz
»1979’a döndüğünüzde öfkeleniyor musunuz, ne hissediyorsunuz o yıllara dair?
Selim Atakan: Öfkeleniyorum ama öfkelenmek hiç iyi gelmiyor. Bu nedenle de bu duygularımı bastırmaya çalışıyorum.
Derya Köroğlu: 1979’da toplumsal olarak başka bir durum var. 12 Eylül darbesine kadar olan durum iç açıcı değildi ama üstüne 12 Eylül darbesiyle kendini meşru gösterme şansı kazanan kesimler ortaya çıktı. Tabii 12 Eylül darbesi ve yaşananlar insanı öfkelendirecek şeyler.