İYİ MÜZİK NEDİR, NASIL YAPILIR?
İtiraf etmeliyim ki iyi albümleri yazmak, vasat ve vasatın altında kalan albümleri yazmaktan daha zor olabiliyor kimi zaman. Yergi kadar övgü de hak edenden esirgenmemelidir evet ama biz genellikle yerene bayılır, öveneyse iyi gözle bakmayız. Ya bir çıkarı vardır övenin ya da övdüğüyle bir ahbaplığı, yarenliği… Buna cidden inanırız. Hal böyle olunca da yazan kişi kendini kıstırılmış hisseder; kelimelerini sakınır, dozu kaçırmaktan korkar olur. Bazen bende de oluyor bu. Sanırım 2013’de piyasaya çıkmış bazı iyi albümleri yazmayı sürekli ertelememin altında da bu yersiz korku vardı. Ama aklımın bir köşesinde hep durdular. Ben onları hep dinledim, hazmettim ve biriktirdim. İşte bu yazı dizisi ile de kağıda döküyorum. Günün moda deyimiyle “zamanlaması manidar” mı onu bilmem ama üst başlık son derece manidar: İyi müzik nedir, nasıl yapılır?
ÇİĞDEM ERKEN – “İSTANBUL KIZI”
Hep söylerim; popa alternatif olanı sevmek, övmek ve desteklemek Türkiye’de müzik yazarları için handiyse doğal refleks. Bunu koşulsuz şartsız yapanlar da var. Ben onlardan olmamaya çalıştım elimden geldiği, dilimin döndüğünce. Popu da en az alternatif kadar, “rock” kadar, caz vesair kadar önemsedim ve ciddiye aldım; okuyanlar bilir. Ve şu da var ki, her türün, tarzın eğrileri ve doğruları birbirinden farklı. Pop, doğası gereği daha yapışkan, daha gündelik ve zordan değil, kolaydan, ortalamadan yana. Bundandır ki çoğunlukla popun yolu iyi müzikten geçmeyebiliyor. Ya da tam tersi; iyi müziğin yolu çoğunlukla poptan geçmeyebiliyor, bunu da kabul etmek lazım.
Çiğdem Erken’in müziği bu tezi desteklemek için verilebilecek iyi örneklerden biri. Daha ilk albümüyle gösterdi ki Çiğdem Erken hem iyi bir müzisyen, hem de iyi bir şarkı yazarı. Şarkılarının her kelimesi dolu, notalarının her vuruşu yerli yerinde ve ikisinin toplamında bir dünya görüşü, bir hayat bilgisi, bir müzikal tavır, eda var. Gelin görün ki Erken’in müziği ne ritmik, ne de yapışkan. Ve de bizzat Erken’in kendisi görsel bir obje olarak pazarlanabilirlik kriterlerine taviz vermiyor. Bu yüzden de en naif, en dile kolay dolanması muhtemel şarkısı bile ne radyolarda, ne televizyonlarda kendine yer açabiliyor. Nitekim ülkede hemen hemen tüm alternatif müzik üreten müzisyenlerin başına gelen şey onun da başına geldi ve 2011 çıkışlı ilk albümü “Kız Kafası”, neredeyse bütün müzik eleştirmenleri tarafından o yılın en iyi albümlerinden biri olarak imlenmesine rağmen, türün takipçileri dışındaki kitleye ulaşmadı. Bu bir kusur mudur, elbette değildir. Hatta sektörün popüler kanadını uzaktan izleyen bir müzisyen bundan onur bile duyabilir duruma göre. Haklıdır da. Yine de daha fazlası olsun istiyor insan. Ben bir dinleyici olarak bunu istiyorum mesela. Kentsoylu bir genç kadının/kızın her halinden iç döken o şarkılarda anlatılanların Nil Karaibrahimgil şarkılarının şımarık ve reklam sloganlı cümleleri kadar gündeme düşmemesi bu coğrafyanın kültür birikiminde neresinden baksanız koca bir ayıp.
Çiğdem Erken’in ikinci albümü “İstanbul Kızı”, 2013’ün Haziran ayında yayımlandı. Evet, talihsiz bir zamanlamaydı ve ben bile 2013 Türkiye’sinin o karmakarışık Haziran ve Temmuz’unda albüme kulak veremedim. Oysa merakla bekliyordum. Erken’in stüdyosundan gelen haberler düştükçe soysal medyaya, merakım katlanıyordu üstelik. Çünkü biliyordum, ilk albüme girmeyen daha nice şarkı vardı ki birini özellikle bu albümde duymaya hazırlanıyordum. Çünkü Çiğdem Erken çok iyi şarkı yazıyordu ve onun yazdıklarıyla ben zenginleşiyordum. Neyse ki iki aylık o karmaşık süreç sonrasında albüm nice Çiğdem Erken sever gibi benim de gündemime girdi ve hep de orada kaldı.
Albümde on şarkı var. Albüme adını veren “İstanbul Kızı”, anonim bir şarkı. Kimin yazdığı bilinmiyor ama stiline bakılırsa, ‘30’lu ya da ‘40’lı yılların kanto-operet geleneğinden çıkıp gelmiş gibi duruyor. Zaten gerek düzenlemesi, gerekse Çiğdem Erken’in yorumu da bunun altını çiziyor. Albümün sonuna konulan şarkı, bütün albüm boyunca süregelen o çok dişi, çok çetrefilli, gel-gitli ruh halinin matrak bir özeti gibi. Erken adeta kendini ti’ye alıyor ve son kertede bütün meseleyi “İstanbul Kızı” olmasına bağlıyor. Kim bilir belki “Kız Kafası” şarkılarına da böylece son noktayı koyuyor. Zira bu albüm içerik olarak bir öncekinin devamı gibi…
Ama aynı şeyi müzikal detaylar için söylemek pek doğru olmaz. Çünkü ilk albüme kıyasla “Kız Kafası” daha profesyonel bir müzikal örgüye sahip. Hem Erken’in şarkıcılık performansında, hem de şarkıların düzenleme ve icralarında belirgin bir rahatlama, bir kendinden eminlik var. Kim bilir belki bu albüm hazırlanırken ilk albüme kıyasla maddi imkânlar da daha elverişliydi; orasını bilemiyoruz. Ama maddi imkânlarla albümlerin teknik altyapıları arasında inkâr edilemez bir paralel bağ var, onu biliyoruz.
Benim çok uzun yıllar evvel sadece bir kez dinlediğim ve her nedense ve nasılsa hiç unutmadığım “Çakmak”, nihayet bu albümde kayıtlı olarak karşıma çıktı ki albümdeki favorilerimden biri o oldu kuşkusuz. Mavi bir çakmak üzerinden anlatılan yarım kalmış aşk hikâyesi çok insani ve gerçek, bu yüzden de çok etkileyici. Ama bir de “Gonca Deli” var ki, o da en az “Çakmak” kadar dokunuyor dinleyene. “Çakmak Gibi”yi de yanına koyarak bir hüzün üçlemesi de yapabilirsiniz. Tabii aynı albümde hem “Çakmak”, hem de “Çakmak Gibi” diye iki şarkı bulunması kafanızı karıştırmazsa.
Çiğdem Erken’in şarkı yazarı olarak çok başarılı olduğu noktalardan biri de şarkıların içine serpiştirdiği hınzırlık, ironi ve espri. Albümün açılışında yer alan “Cihangir’de” tam da böyle bir şarkı mesela. Ceyl’an Ertem’in vokal yaptığı bu şarkıda Erken “geniş kanatlı omuzları” olan sevdiğine “soyun da gel, bana sarıl bu gece,” diyor demesine ama devamında “bu zar da gelmez kolay düşeşe” demeyi de ihmal etmiyor. Kadın doğasının ‘hem davet hem ret’ mekanizmasını bu kadar iyi anlatan bir başka şarkı daha dinledim dersem yalan olur. Dinlediysem de, onu kesin Aysel Gürel yazmıştır; başkası olamaz. Nitekim “Piyano”da bu hınzırlığı bir adım daha ileri götürüp “sen zaman istersen uğra, açık olsun yolların da, yeter ki sen iste, piyano çalarım ben sana” dedirtiyor “İstanbul Kızı”na Çiğdem Erken. Erkek dünyasının “pul/kelebek koleksiyonu gösterme” kabalığının yerine şahane bir kadınca önerme sunuyor anlayacağınız. Tam da o kilit cümleden sonra gelen piyano partisi ve şarkı boyunca salınan yaylılar ise kelimenin tam anlamıyla enfes. Yeri gelmişken hem bu şarkıda, hem de albümün tamamında yarattığı üstün müzikalite için aranjör Nurkan Renda’yı ne kadar tebrik etsek az.
Umay Umay’ın kendi sesinden şiiriyle başlayan “Naz”, erkek duyarlılığının hoyratlığı/vefasızlığı/gelgeçliği karşısında kadın duyarlılığının bağışlayıcılığı/vefası/kalıcılığı üzerine bir şarkı. Şarkı mı daha çok canınızı acıtır şiir mi, yoksa Umay Umay’ın maç bile anlatsa canınıza okuyacak sesi mi onu bilemem ama bu şarkıdaki “erkek cazı” tabirini de hafife almayın derim ben. Kadınsanız “hah, işte tam da bu!” diyebilir, erkekseniz “evet ya, ben bunu yapıyor olabilirim,” diyerek kendinizle yüzleşebilirsiniz zira.
Yine hınzır sözlerle bezeli “Zeus”, özellikle “şarkı yazmışım kahraman gibi, senfoni gelse çalınamaz biri” cümlesiyle taşı gediğine koyuyor. Latin sularında yüzen “Aşk Bu” ve caz kokulu “Gece” albümü bütünlerken farklı renkler de katan lirik şarkılar.
Çiğdem Erken’in şarkı yazarlığında asıl vurgulanması gereken mahareti ise sözlerin notalarla sarmaş dolaşlığı. Bir kelimeyi ya da bir notayı değiştirseniz şarkının bütünü sarsılacakmış gibi. Müzik bilerek ve enstrüman çalarak şarkı yazmanın böyle yadsınamaz bir artısı var elbette ama mesela çok sayıda oyun müziği yazmış Çiğdem Erken’i bir kenara koyun, nice tiyatro oyunun müzikleri düzeltilemez prozodi hatalarıyla doludur. Yani her zaman müzik bilmek de yetmeyebiliyor.
Albümle ilgili tek itirazım ise Mehmet Turgut tarafından çekilen kapak fotoğrafına. Hayır, kapaktaki o kadın benim tanıdığım Çiğdem Erken değil; Ayşegül kitapları serisinin çizimlerindeki pürüzsüz kadınlardan biri. Berkcan Okar’ın kapak tasarımına, seçilen renklere amenna ama o fotoğraf biraz yapay kalmış sanki.
Yıl biterken yapılan handiyse bütün değerlendirmelerde “İstanbul Kızı” müzik yazarlarının en iyiler sıralamalarına girmişti. Bu elbette bir albüm için Kral TV ve benzeri ödül törenlerinde esamisi okunmayacak bir nitelik. Ama siz yine de Kral TV’yi kapattığınız, radyolarınızı açmadığınız bir ara bu albüme bir kulak kabartın. Belki de seversiniz, kim bilir? Sevmezseniz bile hayatınızın bir elli dakikasını iyi müziğe ayırmış olursunuz, fena mı?