İnsan kendini her yere götürmemeli - Zaman Gazetesi / Fatih Vural
20.04.2010

İnsan kendini her yere götürmemeli

FATİH VURAL   -   20.04.2008

İstanbul Film Festivali’nde, Peyami Safa’nın ‘Selma ve Gölgesi’ romanından uyarlanmış Gölge filmiyle çıkageldi, Mehmet Güreli. Bu, onun ilk uzun metrajlı filmiydi. Karşımızda duran, mütevazı bir yönetmen görünse de fazlasıydı. Çok iyi bir müzisyen, ressam, belgeselci…Salah Birsel’in yeğeni; ama en çok babasından etkilenmiş biri… “Babam ev içinde çok iyi bir şarkıcı ve ressamdı. Ama zahirecilik yaparak bizi geçindirdi. Onun kendini yok edişinin bende acı bir tortusu var. Ben kendimi yok etmeyi göze alamadım.”

Peyami Safa’nın ‘Selma ve Gölgesi’ romanını sinemaya aktardınız ve İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Konu Peyami Safa olunca, insan heyecanlanıyor…

Hayatta planlar yapan bir adam değilim. Kendi kendime projeler yapıp inanıyorum sonra başkalarını da inandırıyorum. Peyami Safa da bir rastlantı… Tek bir adamın peşinden gidemem. Rilke ve Ahmet Altan filmi de olabilirdi. Alkım Kitapevi’nin K Dergisi’nde danışmanlık yapıyorum. Aramızda böyle bir espri çıktı, Nilgün Öneş senaryoyu yazıp yollayınca çekimlere başladık.

Romanın sinemaya aktarımı dışarıdan çok zor görünür. Sahiden de böyle midir?

Zor tabii. Selma ve Gölgesi, o dönem kara dizi olarak yazılmış. Peyami Safa bu romanı Server Bedii imzasıyla kaleme almış. Server Bedii esprisi de biraz Arsen Lupen biraz Sharlock Holmes’u iyi bilen Peyami Safa’ya göndermede bulunuyor. Birkaç tane Peyami Safa var. Ömer Türkeş, bunun en iyi romanı olduğunu söylüyor. Peyami Safa, bir fikir romanı yazdığı zaman dağılıyor roman. Fikirlerini koyduğun zaman karakterleri zedeliyorsun, roman başka bir yere gidiyor.

Burada ikircikli bir yapı var: Bir yandan okuyucu, bir yandan yönetmen gözüyle bakmak. O geliş-gidişler sizi zorladı mı?

Peyami Safa’nın romanı, oldukça zor. İçinde Doğu’yu da Batı’yı da bulabilirsin. Düşündüğü birçok şey kavramsal olarak yedirilmiş romana. Bu konuda fazla söz söylemiyor gibi görünüyor; ama sen yazarı tanıyorsan, başka şeyler de bulabilirsin. Ben bir dönemin insan yolculuğunu yapmak istedim. İnsanı belirsiz bir nesne gibi ele aldım. Roman kendisini anlatıyor; film de böyle olsun istiyordum.

1941’de yazılan bir roman için mekân seçimleri sizi zorladı mı?

Ana mekân olarak, karşı tarafta çok eski bir yalıyı kullandık. Liman Lokantası’nda, Haydarpaşa’da bir lokantada ve bunlar gibi eski yerlerde çalıştık. 1950’leri yansıtan yerleri kullandık. Vapurlar ve eski sokaklar da filme girdi. Bir de Venedik tabii. Bir hafta orada kaldık. Romanın finali Venedik’te olduğu için onu başından çektik. Paramız yeter mi yetmez mi derken vazgeçmedik bundan. Venedik’e gitmeseydik, bu filmi çöpe atardım. Herhangi bir yere gidip çekilebilecek bir film değildi, bu. İstanbul-Venedik, su kentleri gibi esprileri var.

Daha önce Vapurlar ve İstanbul’a Yolculuk isimli belgeselleri çekmiştiniz. Ancak Necdet Mahfi Ayral belgeseli bir insan hikâyesi olarak diğerlerinden ayrılıyordu…

Necdet Mahfi’yi yıllar önce Toto filmlerinden tanımıştım. 40 yıl önce Cihangir’de gelip giderken onu fark ettim. Tiyatro seyircisi olduğunuz zaman insanları tanıyorsunuz. O dönem bütün sanatçılar ortalıkta. Necdet Mahfi, Türkiye’deki 28 Toto filmini seslendirmiş. Muhsin Ertuğrul’a asistanlık yapmış. 95 yaşında dizilerde, filmlerde oynuyordu. Çocukluğumdan kalan tek adamdı. Bu yaşta sahneye çıkıyor, onunla ilgili bir şeyler yapılmalı dedim. Şener Şen ve Kayhan Yıldızoğlu, beni alıp evine götürdüler. Çok sevindi, kabul etti. 1 hafta sonra da filme başladık. Onu yeniden geçmişe, biraz da hayata döndürmek beni mutlu etti. Keşke hayat boyu bu film devam etseydi demişti. Hiçbir zaman star olmuş biri değildi. Belki de seçme nedenim buydu.

Kendi kabuğunda yaşamaktan mutlu; bu yönleriyle de özel sayılabilecek insanları seçiyorsunuz…

Tarihsel dokunuş biçimleri, çağı yakalayış biçimleri bu tip insanları ayırır. Necdet Mahfi, 1. Dünya Savaşı’ndan kalma bir insan gibiydi. Savaş patlak verince annesi Avusturya Lisesi’nden almış. Ben de o lisede okudum. Okul bahçesindeki çekimlerde kendimi yaşadım. Bir insanın 1. Dünya Savaşı’nı anlatması insanı ürpertiyor. Bu bile insanı sıradanlıktan çıkarır. Yaşamdaki bir kelebeğin dahi bir anlamı olduğuna inandığım için böyle söylüyorum.

Hayatta var olan her şey bir anlam taşıyor. İnsan olmanın zorluğa da bunun anlatıcısı olmak galiba… Siz bunu çok kimlikli yapıyorsunuz. Ama yönetmen kimliğinizin; ressam, müzisyen kimliğinizden bağımsız olamadığını görüyoruz…

Yaptığını anlatamamak üzerine konuşacaksak, anlamsızlık da hayatın anlamı içinde. Dediğin çok doğru. İlk başlarda müziği sözsüz yapardım. Yaptığım bir albümde, sözlerin hangi dilde yazıldığını sorduklarında, müziğin kendi dili demiştim. Bir operada, bir aryayı anlamayabilirsiniz. Bir libretto verirler, buna rağmen operayı yine anlayamayabilirsiniz; ama öyle bir müzik akar ki kendinizi verirsiniz. Ben de sözler yazıldığında, içimdeki melodiyle söylüyorum onu. Bazen sözcük uymadığı için söylemem. O yüzden, Ömer Hayyam’ın ve Görkem Yeltan’ın sözlerinde kendimi rahat hissetmişimdir.

Gölge filminde başrol verdiğiniz Görkem Yeltan yazıyor şarkı sözlerinizi; ama Mehmet Güreli de iyi sözler yazabilir gibi geliyor bana?

Çok düşünmedim bunu. Ben yaptığım müziği verdikten sonra Görkem üzerine söz yazıyor. Daha önce de İngilizce bir albüm yaptım. Orada da müziğe göre şarkılar yazıldı. Ama İngilizce yapılsın diye düşünülmedi. O zaman kendimi o dille daha iyi duyduğumu hissetmiştim. Bir şarkıcının şarkısını aynen söylerim. Ama sözleri önüme koymadığım zaman müzik daha iyi çıkar. Bu kadar bölünmek aslında toparlanmaktır da bence. Kafamdaki kareleri resme dökmek bende ciddi bir üslup haline geldi. İkili, üçlü, dörtlü biçimde tuvali bölüyorum. İlle de bir şey anlatsın istemiyorum.

Müzikte kendinizi geri planda tutmanız ve müziğinizin tanımlanamaması, sanki saklambaç oynadığınız izlenimini veriyor…

Bu konuda çok doğru şeyler yakalıyorsun. Odamda Yolculuk albümünden yola çıkarsak, caz stili ağır basıyor diyebilirim. O albümde biri hariç, grup üyelerinin hepsi yeniydi. Cazcı görünmenin entelektüel görünmekle eşdeğer olduğunu düşünen; ama cazı benim kadar dahi bilmeyen insanlarla bir karışıklık içinde albüm çıkardık. Şimdi, o albümü yeniden yapmak istiyorum. Bazı şarkılar benim için bitmiyor. Arkadaşların hevesi kaçmasın diye ‘Tamam sizin dediğiniz gibi olsun.’ dediğim oluyor. Çok sıkıldığım arkadaşlarla bir daha albüm yapmıyorum. Kafamdaki müzikle yaptığım albümlerin kopuk oluşunun nedeni, belki de katılan insanlarla değişik yerlere gitmesiyle ilgili. Bu, JJ Cale’da Eric Clapton’un çalması gibi. Eric Clapton oraya kendisi olarak gitmiyor, JJ Cale içinde ne yaparım diye gidiyor. Herkes kendini her yere götürmemeli. Müzik anlaşmak istiyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=788224&title=insan-kendini-her-yere-goturmemeli&haberSayfa=0

 


SON EKLENEN 5 HABER